FLORANSA ( Ağustos 2010 / İTALYA)

Sabah çok erken saatte Roma Termini'den (ana tren istasyonu) bindiğim trenle yaklaşık 2 saat gittikten sonra Floransa'ya ulaştım.Yorgun olduğum halde, yol boyunca uyumadım ve etrafa baktım. Trene binmeden önce Termini'den aldığım donut umu yiyip, mükemmel kahvemi yudumlarken keyfim çok yerindeydi! Arka arkaya dinlediğim şu şarkı : Pavarotti- O Selo Mio :  http://fizy.com/#s/3wh7pl
Bu sebeptendir belki bu şarkıyı her duyduğumda , o tren yolculuğu boyunca gördüğüm harika ayçiçekleri tarlaları , nehirler ve arkada yükselen kaleler, şatolar aklıma gelir. İçimde kaldı trenle, bir baştan bir başa İtalya'yı gezmek istiyorum :)


Benim kaldığım yer Central Station'a yakın , dar sokakların birindeki hosteldi. Minik temiz bir yerdi. Tek sorun sabahın köründe dehşet gürültü çöp toplama aracıydı. Normalde rahatsız olurdum ama , çok yorgun olduğum için pek de önemsemedim :) Oda arkadaşlarım çok tatlı , kibar , düzenli ,düşünceli bir çiftti: Tayvanlı Nana ile ABD li Valdis. Benim Türkiye'den götürdüğüm poşet bitki çaylarımızı odada içerken bana nasıl tanıştıklarını, ve evlendiklerinin hikayesini anlatmışlardı. Ayrıca en ilginç rastlantı ise, hostelde tanıştığımız gezgin ruhlu İstanbul'lu tatlı kızlar Aysun ve Nebahat'ti. Onlara da www.interfly.co dan Metehan yardımcı olmuştu :) Hatta tüm seyahat rotamızı ve detayları konuştukça ne kadar ortak noktamız varmış demiştik :)


Gelelim Floransa'ya!
Floransa, Arno Nehri çevresinde kurulmuş, Rönesansın ve sanatın merkezi haline gelmiş; son yıllarda da kültürü ve mimarisiyle turist patlaması yaşamış bir Avrupa şehri. Burada yetişmiş, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Machiavelli , Dante kadar Medici ailesi de ünlü olmuş. Bankacılıktan zenginlemiş, sanatçı ruhlu bu nüfuzlu aile 15.yy da piyasaya çıkmaya başlamış ve Floransa'da rönesansın başlaması için sanatçıları destek olmuş. Gösterişi sevmiş, süslü mekanlar yaptırmış, içini sanat eserleriyle doldurmuş bu ünlü aile.Sonuçta Floransa için çok önemli bir yerleri var.

Floransa 1-2 günde gezilebilecek küçük bir şehir. Merkezde yürümek en ideali zaten bir çok cadde trafiğe kapalı.  Ama bazı dar sokaklar var ki buradan araba nasıl geçiyor diye düşünürken, bir arabanın gelip, gayet rahat bir tavırla, yanımdan geçtiğine şahit oldum.Floransa'da metro yok, otobüs var. Ama otobüs de her yere giremiyor; tabana kuvvet yürü yürü yürü! Her meydanından, her köşesinden, her heykelinden sanat fışkırıyor, tarih fışkırıyor. Hayranlıkla inceliyordum çevremi. Arnavut kaldırımlı sokaklarda yürüyüp, meydanlarda avare avare etrafa bakarken yakalıyordum kendimi.

İtalyan insanları harika! Sıcak kanlı Akdeniz insanları, bağırış çağırış ortalıkta konuştuğu için, muhabbetlerine dalmak, arkadaş olmak çok kolay. Floransa da gece hayatı yok. Aradığınız sabahlara kadar dans edeceğiniz bir clup ise istediğiniz yanlış yerdesiniz. (Belki de bunun sebebi yaş Floransa'da yaş ortalamasının büyük oluşudur)
Hostelin yakınında, Piazza Mercato'da gittiğim "The Fish Pub" fena değildi, ama yaş ortalaması küçüktü. Perşembe günleri olan "Student Party"'ye denk gelmiştim.Eğlenceli ve komikti ama çok da hoşuma gitmedi. Özellikle haftasonları burada R&B partileri yapıldığını söyleyen başka bir arkadaşım tavsiye etmişti burayı bana. Onun yerine Floransa da daha sakin geceler geçirebilirsiniz.Toscana şarabınızı Arno Nehrine, Vecchio köprüsüne ya da ışıl ışıl bir meydana , veyahut panaromik Floransa manzarasına karşı içeceğiniz çok tatlı cafeler, restaurantlar ya da tepeler yollar, sokaklar var :)

Turistik Floransa


Daracık sokaklardan yürürken ilk karşıma çıkan pazar oldu. San Lorenza açık hava pazarı, yazın her günü açık olan; özellikle deri çantaların, deri takıların çok ucuza satıldığı, rengarenk maskelerin tezgahları süslediği bir pazar. Ama unutmayın ki pazarlık şart! :) Floransa'nın en büyük açık hava pazarı ise, salı günleri açık olan Le Cascine. Sonu lunaparka çıkan bu pazarda ise kıyafetten, yiyeceğe, hediyelik eşyaya, gözlüğe, ayakkabıya kadar bir sürü güzel şey bulabilirsiniz. Aaa bir de parentez açıp dünyaca ünlü Gucci nin merkezi Floransa'da olduğunu eklemek istedim nedense :)


Duomo'ya geldiğimde "Aman Tanrım" dedim. Bir suluboya artistinin elinden çıkmışçasına, yeşiller, beyazlar ve pembeler beni benden aldı.Katedralin tam adı : "Santa Maria del Fiore" yani "Çiçeklerin Meryem Anası". Duomo Meydanında, klise, vaftizhane (Battistero di San Giovanni) ve Çan kulesi (Campanile) var. Gerçekten görülmeye değer muhteşem. 
Çok çok çok basamaklı kuleye çıkmak ise çok yorucu ama gördüğünüz manzara harikulade!


Floransa merkezde bir diğer önemli meydan ise, Piazza Della Signoria. Bu meydanın ortasında Neptün Çeşmesi bulunuyor ve içinde Neptün heykeliyle beraber bir sürü mermer heykelin olduğu havuz da burada.Onun dışında Michelangelo'nun ünlü heykeli David'in bir kopyası da bu meydanda bulunuyor. 

Ama David'in orjinalini görmek için, Accedemia'ya gitmeniz şart. Accedemia Avrupa'nın ilk çizim akademisiymiş, 1561 de Medici ailesi isteği üzerine kurulmuş. Ben bu müzeye girmek için 1 saat güneşin altında sırada beklemiştim, ama içeride gördüğüm en ilgi çekici eser; dev David Heykeliydi, başka da pek bişi yoktu bence.



Piazza Della Signoria'nın hemen köşesinde, dünyadaki en eski sanat müzelerinden biri olan  Ufizzi Galerisi (Galleria degli Ufizzi) var . Buraya önceden rezervasyon yaptırmadıysanız benim gibi 2 saat sırada beklersiniz girmek için. Peki içeride ne var? Medici Ailesinin kolleksiyonu! :) Mükemmel tavan süslemeleriyle yürüdüğünüz "U" şeklindeki bu sarayda en ünlü eser tabii ki; Sandro Botticelli Venüs'ün Doğuşu. Onun dışında; Lippi'nin "İki Melek ile Madonna" 'sı , Botticelli'nin "İlk bahar"ı, Tiziano'nun "Urbino Venüs'ü, " Flora"sı, Caravaggio'nun "Medusa" sı , Raffaello'nun kendi portresi ve bir çok eseri görebilirsiniz.
Bir sanat tarihi öğrenci yine burada kendini kaybedebilir ve en az 1 tam gün boyunca gezebilir. Ama ben sadece 2-3 saat kadar vakit ayırdım. Yeterli ve gerekli şeyler gördüm :)



Bir gün deli gibi yağmur yağmaya başlayınca, Arno Nehri üzerindeki Ponte Vecchio Köprüsü'ne sığındım. Ayağımdaki sandaletlerden su damlayarak, ve yağmurluğum olmadığı için, leş ıslak biçimde köprünün baş tarafında, ismini hatırlayamadığım bir cafe ye girdim. Önden bir espresso shot atınca üşümemi unuttum ve ardından tabii ki kocaman bir tiremisulu dondurmayla, yağmuru izleyip keyfini çıkardım.Yağmurun dinmesini beklerken bu köprü hakkında bir şeyler okudum. Bu arada kafedeki yaşlı İtalyan amcayla sohbet ettim. Zar zor anladığım İngilizcesi ile, bana bu köprüyü aslında kralın halka karışmak için merkeze ineceği zaman , nehirden geçerken ayakları kirlenmesin diye yaptırdığını anlattı :) Üzerinde adeta bir şehir olan , rengarenk sıvalı evler, dükkanlar, altıncılar olan Ponte Vecchio yani "eski köprü" ; 2. Dünya Savaşından zarar almadan çıkan tek köprüymüş. 

Bir akşamüstü mutlaka Michelangelo Tepesine (Piazze Michelangelo) çıkmanızı öneririm. Ana tren istasyonuna yakın bir yerden otobüse binerek gidebilirsiniz.Burada hem güneşin batışını izlemeniz hem de, hava tam karardıktan sonra ışıl ışıl Floransa manzarasını görmeniz gerekir. "Anlatılmaz; yaşanır" tadında bir şey :) Başka bir yerden alıntı yapacağım, çok beğenmiştim; paylaşıyorum :

"Piazzale Michelangelo Tepesi’nden Floransa’ya bakmak, hayatı hiç yaşamamış birinin dünyaya bakması gibi bir şey. Bir karışıklık, bir karmaşa, yekpare bir tek düzelik, her yerin her şeyin birbirine benzediği bir kaos. Uzaklarında ihtişamlı bir yükselti olan Floransa Duomosu’su”
Anfi biçimindeki merdivenlerde oturup şarabınızı içerken, kulağınıza hafif hafif gelen gitar sesleri o anları daha da özel daha da güzel daha da yaşanılası kılıyor. Çok romantik bir yer burası! :)



Akşamları onun dışında ne yapılır Floransa'da? Dediğim gibi, çılgın bir gece hayatı yok burada.İnsanlar sokaklarda , meydanlarda, ellerinde dondurmaları turluyorlar; yada güzel manzaralı yerlerde gençler bir araya gelmiş ellerinde şarap şişeleri, yerlerde oturup muhabbet ediyorlar :)


Ben bir akşam Republica Meydanındaki (Piazza Della Republica) hippi kılıklı arkadaşların eğlencesine takıldım. Bu meydanda minik bir atlı karınca da var. Öyle olunca ışıl ışıl meydan daha da hareketli hale geliyor. Evet aslında para toplamak için yapıyorlardı bu şovları ama sonrasında onlarla oturup sohbet etmek hiç fena değildi :) İtalyan değil İngiliz olduklarını öğrendiğimde şaşırmıştım; ama bu şekilde şov yaparak para kazanıp; kazandıkları parayla da Avrupa'yı gezdiklerini öğrendiğim de ise daha da şaşırıp " Vay bee!" demiştim. :)

Can Boğazdan Gelir :)
Eee İtalya deyince akla tabii pizzalar, dondurmalar, makarnalar, kahveler, şaraplar geliyor.Hepsinden kendimden geçercesine yedim içtim :) Benim Floransa için favori listem aşağı yukarı şöyle:
-Aperativo: İşte alın size tam bir İtalyan işi! :) İtalyan'lar akşam yemeği öncesinde bir şeyler atıştırmak için bu aktiviteyi yapıyorlar. Bir "aperatif bar" a oturup lak lak yaparken içkilerini yudumluyor, günü yorgunluğunu atıyorlar. Sosyal, konuşmayı seven klasik bir İtalya Tablosu :)

Bir sürü bar var. San Niccolo'da yol üzerinde Zoe Bar gayet güzeldi. Tüm aperatif barların özelliği olduğu üzere, burada da sadece içtiğinize para ödüyorsunuz ve açık büfe yemeklerden istediğiniz kadar alabiliyorsunuz! Biz, gözü doymayan Türkler ve düşük bütçeli gezginler için ideal! :) Aperativo nun en gözde içkisi Aperol Spritz'miş biz de ondan denedik.. İçinde aperol isimli içki (free shoplarda var), beyaz şarap, soda , portakal dilimler ve buz ile harika fresh bir içki..
Lezzetli Aperol içmek için bir başka adres ise, Santa Maria Novella'daki Sei Divino isimli bar.
Negroni isimli aperatif bar ise, yine aynı bölgede, San Niccolo'da. Buraya turistlerden çok İtalyanlar gidiyor. Yerle halkla kaynaşmak için ideal bir yer. Evet yaşça biraz daha büyükler burayı tercih ediyor ama yine de bence daha İtalyan koktuğu için sevmiştim burayı.


-Kahve kahve kahve: Milyonlarda çeşit kahve , ama nescafe değil :) Orada garsona "nescafe istiyorum" deyince, ona küfretmiş gibi ters ters bakıyorlar. Espresso, macchiato, cappucino, corretto, lungo, americano, 
gibi gibi gibi envai çeşit kahve. İçindeki süt vey su miktarına göre, sütün kahveden ayrı ya da birlikte servis edilmesine göre, sertliğine/yumuşaklığına göre, servis edildiği bardağa göre, sütün buharda mı yoksa direk ateşin üzerinde ısıtılmasına göre, tek ölçü (shot) ya da daha çok oluşuna göre, soğukluğuna sıcaklığına göre envai çeşit varyasonu olan , bildiğimiz kahve işte :) Yok ama pek öyle bildiğimiz kahve gibi değil; daha güzel. Bendeniz bol köpüklü sade bir Türk kahvesini de çok severim, ancak İtalya'daki sütsüz olan tüm kahveler favorim diyebilirim. O kadar çok kahve içtim ki, neyse ki elim ayağım titremeden, tansiyonum düşmeden dolaştım ortalıkta :)

-Dondurmaaaa : Kocaman külahlarda günün her saatinde yiyebildiğim enfes dondurmaları sokaklardaki "Gelatta" yazan arabalardan bile bulabilirsiniz. Aslında İtalyan'lar daha çok öğleden sonra yiyorlarmış dondurmalarını; bizdeki "5 Çayı" misali :)
Vivoli denilen dükkan en turistik ve en favori dondurmacıymış.onun dışında , Ufuzzi ile Plazzo Vecchino arasındaki yoldan devam edince solda kalan Gelateria Dei Neri; sadece dondurma değil, pastalarıyla tatlılarıyla da baştan çıkarıcı biryer. Ve tabii ki Grom'daki dondurmalardan da tadabilirsiniz.




-Pizza: İtalya'da birçok yerde fast food tarzı pizzacılar var. Günün her saatinde dolan taşan, ayakta atıştırdığınız enfes pizzalar. Floransa'da Gusto Pizza, benim için uğrak yeri olan pizzacılardan biri haline gelmişti, ancak öğle saatlerinde açık değil burası! Dikkat! :)
Pizzaman, O'Munaciollo diğer popüler pizzacılardan bazıları. Aslında nerede olduğu çok fark etmez dediğim gibi genelde her yerde güzel pizzalar bu şehirde! :)

Ama bir akşam Piazza Mercato ' da (Mercato Meydanı) kendime çok güzel bir akşam yemeği ısmarlamıştım ki o gece benim için çok keyifliydi. Menüde, domatesli ekmek (tapas), Margarita pizza ve çok lezzetli bir kırmızı şarap (Chianti) vardı. Elimde şarabım, ışıl ışıl minik meydanı seyrediyordum. Belki de gezinin başından beri ,son 10 gündür, ilk defa yalnızlığımın tadını çıkardığım bir akşam olmuştu. Ve demiştim ki "Evet çok mutluyum burda olmaktan, hayatta olmaktan, yaşamaktan, nefes almaktan! "


Yapmadan Gelmeyin!
Mide fesatı geçirinceye kadar Pizza ve dondurma yemeden, en lezzetli kahvelerden içmeden, meydanlarda umarsızca vakit geçirmeden, elinizde şarabınızla  Michelangelo Tepesinde güneşin batışını izlemeden, David'in müstehcen heykelini görmeden, rönensansı iliklerinize kadar hissetmeden gelmeyin ! :)




PİSA ( Ağustos 2010 / İTALYA)

Pisa kadar kıytırık bir yer görmedim! Yani şöyle; aslında Pisa Kulesi'nden başka hiç bir şey yok Pisa'da. Nasıl bir pazarlama stratejisiyse artık, çok beklenti içinde gitmiştim oraya, ama hayal kırıklığına uğramıştım..:(

Ben Floransa'dan Paris'e geçmeden önce, araya günübirlik Pisa'yı sıkıştırmıştım. Gitmeden önce, İstanbul'dan tüm organizasyon ve destinasyonda yardımcı olan, www.interfly.co dan sevgili arkadaşım Metehan, ısrarla oraya 1 gün, hatta birkaç saat ayırmamı söylemişti.Gerçekten de onun sözünü dinlemekle çok doğru yapmışım ;)

Floransa'dan, Central Station'dan,yanlış hatırlamıyorsam 40 dakikada bir Pisa'ya kalkan trenler var, 6-7 Euro gibi ucuz bir bilet alıyorsunuz ve 1 saatlik çok güzel bir tren yolculuğu yapıyorsunuz. Kahvenizi içip, camdan harika manzaraya baka baka sonra Pisa'ya varıyorsunuz.


Pisa Centrale tren istasyonundan inince, tabelalar size Pisa Kulesine nasıl gideceğinizi gösteriyor.Yaklaşık 20 dakika yürüyerek Mucizeler Meydanı'na (Piazza dei Miracolli) ya da diğer adıyla, Duomo Meydanı'na varmıştım. Tüm görülesi turistik yerler,Eğik Pisa Kulesi (Leaning Tower of Pisa) , Duomo, Çan kulesi, Vaftizhane (Baptistery), Campo Santo bu yemyeşil meydanda bulunuyor.
Bu meydanda girdiğim halka açık bir WC nin olağanüstü temiz olması, tütsüler ve mumlar ile dekore edilmiş olması gerçekten çok iyiydi. Ücretsiz olan bu tuvalet insana huzur veriyordu :)) 


Ve çevresinde tabii ki milyonlarca hediyelik eşyacı. Magnetler, Pisa Kulesi bibloları başta olmak üzere, eğer vaktiniz benim gibi çoksa, tezgahlara bakarak baya bir vakit geçirebileceğiniz bir meydan.
Her Türk, daha doğrusu her turist gibi, o anlamsız aktiviteyi, kuleyi tutuyormuş gibi fotoğraf çekme aktivitesini yaptım..Çok saçma , çok klişe, ama yine de oraya gidince yapası geliyor insanın :)


Pisa'daki Rezil Türk kızı!
İlla ki her yerde olduğu gibi, sadece birkaç saat geçirdiğim Pisa'da bile küçük bir maceram oldu :) Yorulmuştum. Duomo'da gölgeye çimlere yayılmış yatıyordum ve bir şey içiyordum, vakit geçiriyordum tek başıma. Sonra bir arı kıvırcık saçlarımın arasında dolaşmaya başladı. Beni o zamana kadar hiç arı sokmadığı için (hala da sokmadı), alerjim olup olmadığını bile bilmiyorum ve çok korkarım normalde de. Arı benimle daha da detaylı ilgilenmeye başlayınca, ben kat kat giyinmiş olduğum yarım kollu tshirt ümü ve ardından arı daha da içime girince, askılı atletimi de çıkarmak zorunda kalmıştım.Saniyeler içinde hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçmişti :) Ancak sadece 1 dakikalık bu heyecan dolu panik anım ve arıdan kurtulmak için yaptığım aktiviteler biraz ilgi çekmiş olacak ki; ben arıdan kurtulup, dünyaya döndüğümde; yan tarafta çimlerde oturan gençlerin bana sırıttıklarını gördüm..Tabi daha fazla rezil olmadan, aldım çantamı ve oradan kalktım sırıtarak :)



Benim vaktim çoktu Pisa'da. Öyle olunca turist info dan aldığım minik şehir haritası yardımıyla, nehir kenarında ve ara sokaklarda yürüyüp vakit geçirdim. Sıcak havada sırtımda taşıdığım ağır valizim bir dezavantajdı. Yorulunca dar sokaklarda ki cafelerde oturup pizza yedim. Sonra da otobüsle Pisa Havaalanının yolunu tuttum.

Özetle Pisa, pek enterasan bir yer değil. Evet aslında pek gitmeye gerek yok desem de, yine de insanoğlu o fotolarda gördüğü eğik kuleyi merak ediyor :) Kaldı ki, biz Türkiye'de; sahtekar müteahhitlerin yaptığı binaların, malzeme eksikliğinden dolayı yamulduğuna hatta yıkıldığına şahit olabiliyoruz. (Benim çocukluğumda Antalya Lara tarafında böyle bir apartman vardı, 6-8 katlı falandı herhalde. Hala var mı bilmiyorum ama içinde yaşayan aileler vardı gayet normal bir biçimde) Hal böyle olunca, kulenin üzerinde bulunduğu yumuşak zeminin çökmesi yüzünden eğrilen Pisa Kulesi biz Türkler'e o kadar da orijinal gelmemesi lazım. :)


PARİS ( Ağustos 2010 / FRANSA)

İtalya Pisa'dan bindiğim Rynair uçağım, saat 18.00 de Paris Beauvais (BVA) havaalanına inmişti. Bu havaalanı şehrin 2 saat uzağında bulunuyor. Genelde low-cost uçuşlarda kullanılan bir havaalanı olduğu için, (ben de 19 Euroya uçmuştum!) çok köhne pis ve minicik bir havaalanıydı..Ben ilk alana indiğimde, Paris'e gelip gelmediğimden şüphe etmiştim ve hayal kırıklığına uğramıştım. Ama sonra öğrendim ki, Paris'e daha yolum varmış :)

Yine Macera, Yine Macera
Saat 18.00 da alana indiğimde, hava aydınlıktı; gayet ideal bir saatti aslında. Daha önce hiç görmediğim, yıllardır Paris'te yaşayan ablamın arkadaşı Faruk beni alandan aldı. Önce bir kahve, sonra güzel bir Meksika Restaurantında yemek derken, sohbet muhabbet ilerlemiş; ve saat da baya geçmişti. Neyse, Faruk beni Paris merkezde bulunan hostelime bırakacaktı. Ancak kendisi beni yanlış metro durağında bırakınca, ve sonrasında benim tekrar metroya binmem ve yürümem gerekince işler karıştı! Evet aslında, uçak iner inmez oyalanmadan merkeze geleydik iyiydi ,saat erkendi daha.Ama Faruk beni bıraktığında saat 23.00 yi geçiyordu ve ortalık bildiğin karanlıktı. Neyse; hostelime ulaşmam için metroya binmem gerekiyordu. Ama bende bilet/jeton yoktu ve tüm gişeler de kapalıydı. İstanbul'dan alışık olduğum üzere, birine yanaşıp "Fazla Akbil'iniz var mı?" diyecektim ama etrafta kimse de yoktu..Ben de bu durumda sırtımda kocaman valiz çantamla, turnikelerin üzerinden atlayıp yoluma devam ettim. ancak korkmadım değil, Pariste daha ilk saatlerimde illegal şeyler yapmaya başlamıştım :)
Metroda 3 durak sonra inmem ve sonra yürümem gerekiyordu hostelime ulaşmam için.Ancak metroda o az insan vardı ve olanların da tipleri pek iç açıcı değildi. Korkmaya başlamıştım. Zaten sırtımda kocaman valizimle tam bir turist şekli çiziyordum ve bu her zaman yerellerin ilgisini çekerdi. "buranın yabacısı, hiç bir yer bilmiyor, turist işte!" 4-5 erkek gencin bana bakıp beni rahatsız etmesi üzerine iyice huzursuz olmaya başladım. Oturduğum yerden kalkıp başka bir yere oturunca aynı erkek gurubu da, kalkıp benim gittiğim yönde beni takip ediyorlardı. Fransızca konuştukları için bir şey anlamıyordum.Baktım bana daha da yakınlaşmaya başlıyorlar ben de ineceğim duraktan bir önceki durakta inerek kendimi karanlık sokaklara attım..Biraz fazla yürüdüm ve yoruldum; ama hostelime vardığımda derin bir ohhhh! çektim .. :)
Güzel bir duş alıp uyku moduna geçtikten sonra, oda arkadaşlarım 3 tane Hong Konglu çocuğun uzun süre ışığı açık bırakmasından hiç rahatsız olmadım bile :)


Paris: Modanın, lüksün, parfümün, sanatın, faşizmin, edebiyatın, romantizmin şehri...
Paris Fransa'nın başkenti ve İle-de-France bölgesinin merkezi. Paris'in nüfusu 2 milyon civarındaymış. Paris'te sol yaka (güney) sanatçı ve entelektüellerin meskeni (Sorbonne Üniversitesi, Academie Française, küçük sanat galerileri, yayın evleri) iken, Sağ yaka (kuzey) ise daha çok burjuvazinin kalesiymiş (en iyi oteller, lüks mağazalar). Ama her geçen yıl bu net ayrımı yapmak daha da zorlanıyormuş. Bu iki yakayı birbirine bağlayan onlarca köprüler üzerinden insanlar birbirine daha da kaynaşır olmuş :)

Paris insanına gelince, ben pek sevdiğimi söyleyemem.Bir kere en başta kabalar. Kadın erkek çoğu kaba..Evet bazı bayanlar asık suratlı olsa da; çok hoş, zarif ve şık gözüküyorlar; ama öyle sahneler gördüm ki, o mis kokulu kadınlar ağzını açınca ne kadar çirkef olabiliyorlarmış. :/

Gezmeye başlıyoruz!
İlk gün uyanır uyanmaz, hostelde mısır gevrekli kahvaltımı yaptıktan sonra, koşa koşa Louvre müzesine gitmeyi planlıyordum.Ama kahvaltı ederken tanıştığım İrlandalı çift, "free walking tour" a katıalcaklarını söyleyince ben de onların peşine takıldım. Hep söylediğim gibi, bir şehirde yapılacak en güzel ilk gün aktivitesi "Free Walking Tour". Hergün, saat 11.00 ve 13:00 de Notre Dame'nin karşı yakasındaki Palace St. Michel heykeli önünden kalkıyor bu tur. 3,5 saat boyunca yürüyüp, dilimiz dışarıda kendimizden geçip acıktığımızda aslında merkezdeki bir çok yeri görmüştüm.

Notre Dame de Paris, The Latin Quarter, Ile-de-la-Cité, Pont Neuf, The Louvre, Palais Royal, Haussmann’s Renovations, Eiffel Tower, Tuileries Gardens, Les Invalides, Académie Française, Opéra Garnier, Musée d’Orsay, Pont Alexandre III, Napoléon’s Tomb, Assemblé Nationale, Champs-Élysées, Grand & Petit Palais,Place de la Concorde..
Tabii ki müzelerin içine falan girmeden, Eiffel' in tepesine çıkmadan, hızlıca "şehirde ne var?" turuydu bu :)

Benim en sevdiğim yer Sen nehri üzerindeki Ile-de -la-Cite adası ve civarı oldu. Çünkü Notre Dame katedrali de, gemi biçimindeki bu ada üzerinde ve Louvre Müzesi de yakında, adanın hemen karşısında.



Bu turdan sonra Eiffel'in civarındaki minik bir restaurant ta şarap peynir keyfi yaptık ve Paris'ten konuştuk. Bu arada, hostelde tanıştığım İrlandalı çift yorgunluktan çoktan kaçmışlardı ; bir daha da görmedim onları :)

Akşamüstü odaya dinlenmeye geldiğimde, Hong Kong'lu çocukların gitmiş, sevgili Danny'nin gelmiş olduğunu gördüm. Danny çok kibar bir İngiliz'di. Belki de Paris'te geçirdiğim en güzel zamanlar onunlaydı..Kendisi hayvanlar ve doğayla ilgili gözüküp, detayları merak edince, ben de saatler boyunca ona kaplumbağalarım Düğme ve İlik'i anlatmıştım :) İlk akşam hostelde onunla sohbet edip, vakitlice yattım.

Louvre!

Sabah uyandığımda koşa koşa Louvre Müzesine gittim. Metro ile gittiğim için, müzenin yerin altındaki o girişinde bulunan ters cam piramidi de görme şansım oldu. Böyle bir şeyin varlığından haberdar değildim ; sadece yukarıdaki ana girişteki o dev cam piramidi biliyordum. Denk gele karşıma çıkınca gerçekten çok mutlu olmuştum..

Louvre'un yapımı sekiz yüzyıl boyunca devam etmiş. XIV.Louis, kraliyet sarayını Versailles'e taşıdığı zaman Louvre'u sanatçı ve heykeltraşlara bırakmış, sonra 1793 de devrimciler burayı müze haline getirmiş.

Şu an müzede 250.000 sanat eseri bulunuyormuş, bir sanat tarihi öğrencisi burada kendinden geçebilir heralde :) Ben sadece 4-5 saatte ayırabildim.Sanat'ın ve sanatçının yanındayımdır, ama bu kadarı bana yetti :)


Müzede geniş koridorlardan başka bir koridora bağlanırken kaybolmanız çok büyük olasılık. Ben gişeden ücretsiz  olarak verilen, her katın ayrı renkle belirtildiği, çok detaylı hazırlanmış bir yerleşim planı, kroki alsam da ; yine de kayboldum, aynı yerden birkaç defa geçmek zorunda kaldım :)



Müze bölümlere ayrılmış: Orta çağ Hendeği, Mısır (IV. Amenophis in dev heykeli), Mezapotamya (Hammurabi Kanunlarının taş tabletleri), Yunanistan (mükemmel orantılı vücuduyla güzel Milo Venüsü ), Fransa, Hollanda ve Flaman, İspanya, Almanya, İngiltere gibi bölümler..Ama İtalya bölümü var ki, orası gerçekten çok güzel ! İtalya'da göremediğim Michelangelo 'nun "two slaves" İki Kölesi, Da vinci 'nin "Mona Lisa" sı, "Kayalıkların Bakiresi" , Tiziano'nun "Saçını Tarayan Kadın" gibi tabloları gerçekten görülmeye değer..Hatta sanırım tüm müzenin en beğendiğim bölümü bu "İtalya" bölümü diyebilirim.Her ne kadar Boğa burcu olsam da , sanattan pek anlamadığımı düşünürüm..Ama yine de beni gerçekten etkiledi Louvre.

Esmeralda oralarda mıdır acaba?
Notre Dame Katedrali aslında belki de Louvre'dan bile daha çok merak ettiğim bir yerdi. Belki de bunun sebebi ; çocukluğumdan beri okuduğum, izlediğim Victor  Hugo'nun eseri "Notre Dame'ın Kamburu"ydu.

Burayı gezerken hep kulağımda şu linkteki şarkı ve gözümde yine bu görüntüler vardı. http://www.youtube.com/watch?v=aBXeXBpTVOk


Bir yerde okumuştum; erken Gotik harikası Notre Dame'ın asıl amacı heyecan uyandırmakmış.Gerek dışardan mimarisi ,gerek içerideki vitraylarla beni baya bir heyecanlandırdı gerçekten :)

Notre Dame'ın merkezindeki ünlü "Gül Pencere" de düşüşten sonra, kurtuluş betimlenmiş.Haç Şeklindeki kilisenin diğer kollarını (transept) aydınlatan diğer gül pencerelerden kuzeyde olanındaki camlar, 13.yy dan günümüze kadar gelmiş.Katedrale adını veren "Bakire ve Çocuk" ise koro alanının sağ tarafında.
Kuzey kulesine çıkmak biraz yorucu, 250 basamak çıkmak gerekiyor.Ama Notre Dame'ın çörtenlerini (şeytansı yaratık) ve Paris'in mükemmel manzarasını görmeniz için bu yorgunluğa katlanmanız şart! :) 120 basamaklık güney kulesine çıkınca ise, 1680 yılından kalma, 13 tonluk dev çanı görebilirsiniz.

Notre Dame'ın hemen önündeki kuşlara yemek yermeyi unutmayın! Eğer yanınızda yiyecek bir şey yoksa, orada pirinç buğday gibi şeyler satan bir adam da var.Çok çok çok keyif aldığım bir andı! :)



Başka Görülesi Yerler

Paris merkezden biraz uzakta bulunan La Defence; bizim Maslak gibi bir yer. Ben tam öğle saatlerinde, atladığım bir metro ile oraya gitmiştim. Kocaman göktelenlerden, plazalardan çıkan beyaz yaka tipler; kocaman taş yığını meydandaki cafelerde, ya da banklarda oturmuş yemek yiyorlardı. Öğle arası zamanıydı onlar için :) Dev dev dev; yani kocaman Grande Arche! Bu dev sehpaya benzeyen yapı (bunu ben uydurdum) diğer kulelerden biraz daha uzakta, ancak yanına gidince ne kadar büyük olduğunu anlayabiliyorsunuz. 110 metre yüksekliğinde ve 106 metre genişliğinde, içi oyuk küp şeklindeki bu yapını ayaklarının arasına Notre Dame sığacak kadar büyükmüş! (öyle diyorlar)


2001 yapımı ünlü Fransız filmi Amelie'nin çekildiği yerleri de buraya kadar gelmişken görmek lazım. Montmarte'yi gezmenin en iyi yolu, en tepeden başlayıp aşağı doğru yürümek, dar sokaklardan geçmek. Amelie'nin gittiği sinemanın önünden geçip (studio 28 cinema), çalıştığı cafe de oturup soluklanabilirsiniz. (Le Café des Deux Moulins) Buralarda yürürken,çok sevdiğim Audrey Tautou sanki bu sokaklardan fırlayıp karşıma çıkacakmış gibi geldi :)
Paranın konuştuğu, güzel kallavi bir yemek yerine aynı parayı tek bir espresso shot için verdiğiniz ye : tabii ki Şanzelize! :) O caddede yürürken saçma bir biçimde, ayrı bir havaya bürünmüştüm.Güneş gözlüğümün arkasından; acaba ünlülerden tanıdık birini görür müyüm diye gözlerim fıldır fıldır dönüyordu ..Ünlü artistlerden kimseyi görmedim, ama orda herhangi bir cafede oturup kahvemi yudumlarken gelen geçen insanlara bakmak çok keyifliydi. Champs-Elysées!

Pompidou Center 'a ben gitmedim ama sonradan gidenlerden duyduğuma göre, gerçekten o değişik tasarımlı binanın görülmesi gerekiyormuş :( Modern Sanatlar Ulusal Müzesi de burada olup, bu müzede 45.000 eser arasında Kübizm, Sürrealizm, Soyut Ekspresyonizm ve bunun gibi akımlara ait çeşitli eserler görebilirmişsiniz. Ben gitmedim, içimde kaldı; siz gidin :)

Bir diğer gitmediğim yer ise Versailles. Paris'ten 25 km uzaklıkta, megaloman kral XIV. Louis'in mekanı :)  Güneş Kral diye bilinen XIV. Louis sarayı, dev bahçeleri, mermer büstler ile tüm gününüzü geçirebileceğiniz bir yermiş.
Bir de tercih edenler için Disneyland Paris'i önerebilirim.Ancak benim görüşüm, buradaki yerine orijinaline yani Amerika'da Orlando'da gitmek gerekir! Florida Orlando'daki tüm parklar fazlasıyla fazlasıyla tatmin ediciydi benim için ;)

Paris'te en keyifli vakit geçirdiğim anlardan biri de Eiffel Kulesi ne çıktığımız akşamdı. Bir akşamüstü güneş gittikten sonra, İngiliz kanka Danny ile marketten aldığımız şaraplar ve peynir ile; Eyfel'in karşısındaki çimlere boylu boyunca uzanıp içmeye başlamıştık. (Buarada enfes Fransız şarapları sudan ucuz!) Bizimle beraber çimlerde yatan, top oynayan bir sürü insan vardı. Hava karardıktan sonra, Eyfel kulesi çok güzel ışıklanmıştı. Gündüz gözüme pek güzel gözükmeyen bu demir yığını, esas şimdi anlamlılaşmaya başlamıştı. Bir de saat başlarında, beş dakikalık küçük bir ışık oyunu daha da hareket katıyordu bu görsel şölene. Vakit ilerleyip, kandaki alkol oranı arttıktan sonra metrelerce uzunluktaki kuyruğa girip Eyfel'in en tepesine kadar çıktık. Aslında Danny'nin yükseklik korkusu vardı ama alkolün etkisiyle bu korkusu da minimize oldu ve biz Eiffel'in en en tepesinde, güvenlik bizi kovana kadar durduk, güzel Paris silüetinin keyfine vardık. 



Bu benim Paris'te son akşamımdı, ertesi sabahın köründe (5:00da) uçağım vardı. Eiffel'in etkisinden çıkmamız, köprülerde fotoğraf çekilmemiz, ve hostele yürümemiz derken saat hayli geç olmuştu. Hemen yattım. 1 saat sonra uyanıp odadan çıktım ve sabaha karşı yoldan taksi çevirmeye çalıştım..Çok şanslıydım ki, yoldan geçen bir taksi beni aldı. Çok önemli bir not: kritik saatlerde yollarda taksi bulmak zor, o yüzden önceden taksi durağını arayıp rezervasyon yaptırmak gerekiyor!


Yapmadan Gelmeyin!
Louvre Müzesine en az 2 saatinizi ayırmadan, Notre Dame'a hayran kalmadan, Moulin Rouge'da gösteri izlemeden (şık giyinmeyi unutmayın), Eiffel Kulesinin karşısındaki çimlere akşam yatıp şarap içmeden gelmeyin!


BARSELONA ( Eylül 2010 / İSPANYA)

4 Eylül 2010 sabahın köründe, Paris Beauvais (BVA) Havaalanından kalkan ,dolmuştan bozma Rynair uçağım ile, 1,5 saat uçuştan sonra Barcelona Girona (GRO) havaalanına geldim. 10 Euro'ya uçmanın verdiği haz yanında, Barcelona'ya gündüz gözüyle varmış olmam , karanlıkta türlü tehlikeler ile hostelimi aramayacak olmam neşeme neşe katıyordu :)

Merkezden 12 km uzakta olan havaalanından bizim Havaş'lar gibi bir otobüse binip merkezdeki Estecio Del Nord otobüs istasyonuna geldim, ve oradan da 15-20 dakika kadar yürüyüp hostelime ulaştım. Hava çok çok sıcaktı.


Her ne kadar çok uykusuz ve yorgun olsam da (bir önceki gece Paris'te Eyfel e çıkmıştım, ve uçağım çok erken olduğu için sadece 1 saat uykuyla ayakta duruyordum.) Odaya yerleşip 1-2 saat dinlendim ve havanın  biraz olsun serinlemesini bekledim. Hostel küçük ama; çok güzel, yeni ve çok temizdi. Odada üst ranzada uyuyacak olmamın dışında bir sorun gözükmüyordu ilk etapta.

Resepsiyondaki aksi arkadaş Catalunya meydanına 15 dakikada yürüyebileceğimi söylese de, ben elimde harita olmasına rağmen yanlış yollara saptım ve Catalunya meydanına vardığımda 30 dakika geçmişti ve maalesef  "Free Walking Tour" u kaçırmıştım :( Ertesi gün, buluşma noktası La Rambla'da Liceu metro durağına yakın bir yer olan başka bir Free Walking Tour' a katıldım. Ama ilk gün kendim tabana kuvvet keşfetmeye başladım Barselona'yı :)

Aslında gitmeden youtube dan  izlediğim şu videodaki tüm herşeyi yapmak ,görmek ve yaşamak istiyordum
http://www.youtube.com/watch?v=qMryMf2hOzU&feature=related

Defalarca izlediğim, aşık olduğum Javier Bardem ve mükemmel kadın Penelope Cruise filmi "Vicky Cristina Barcelona" dan görüntüler hafızamda ; müzikleri dilimde başladım sokakları arşınlamaya. Bir ümit ; köşeyi dönünce belki Javier Bardem'i görecekmiş hissiyle :)

Barselona, İspanya Katalunya özerk bölgesinin başkenti; 9. yy. da Katalan asilzade bir aile tarafından kurulmuş. Nüfus 1,6 milyon civarında. Barselona en turistik İspanya şehirlerden biri.Gerçekten gezecek görecek çok şey var. Akdeniz şehri olduğu için belki de bilmem ama; Türkler'e çok benziyorlar. Hatta güvenlik açısından İstanbul'un aynısı diyebilirim. Barselona sokaklarında gezerken, adeta Taksim'de gezer gibi çantama sahip çıkmam, ya da Barrio Gothico'da (Gotik Semt) ,dar sokaklardan yürürken gelen pis idrar kokuları bana çok yabancı gelmedi maalesef..
En popüler gezi yolu La Rambla. La Rambla Arapçada; "kumlu, kurumuş akarsu yatağı" demekmiş. 14.yy a kadar da burası bir akarsu yatağıymış, sonraları nüfus artmaya başladıkça bu bölge doldurulup yerleşim yeri haline dönüştürülmeye başlanmış.

Burası tamamen yayalara ayrılmış trafiğe kapalı geniş bir yol ve bu yolun her iki tarafında trafiğin aktığı bir cadde. Aslında buraya sadece "cadde" demek haksızlık olur. Günün her saatinde akan insan selinin yarattığı enerji, rengarenk boyanmış sokak sanatçıları, müzisyenler, yolun iki kenarındaki güzel cafeler, kuş & çiçek satıcıları, ara sokaklarda keşfedecek dar sokaklar ve sakin avlular. Ben bu bölgeyi yine İstiklal Caddesi'ne benzettim:) Hem gündüz yapacak bir çok aktivitenin, hem de gece sabahlara kadar süreceğini eğlence hayatını aynı anda bulabileceğiniz bir yer.



Mükemmel Modernista pasta ve çikolata dükkanı Escriba'yı meydandan aşağı doğru inerken sağda bulabilirsiniz. İçeriye girmeden önce ağzım açık biçimde incelemiştim mimarisini..Aynı şekilde;  Barselona'nın en köklü işletmelerinden biri olan, ama her daim kalabalık olan yerel atmosferini korumuş Cafe de l'Opera 'nın pastalarından tatmadan gelmeyin derim. Önünden geçerken gelen, o cezbedici pasta kokusu ve vitrine baktığınızda, hangisini yiyeceğinize asla karar veremeyeceğiniz enfes pastalar ve yanında bir kahve ile lezzetli bir mola verebilirsiniz yürüyüşe :)


La Rambla'nın sağında yine ilgi çekici, 19. yy dan kalma bir kapalı pazar bulunuyor: La Boquera (ya da  Mecat de Sant Joseph) Yemek düşkünleri için süper bir yer! Taze balık, et, sosis, sebze, meyve, baharatlar, reçeller gözünüzü doyuracak kadar zengin. Samimi ortamı ve İspanyol esnafın sıcak karşılaması ve hatta aralarında (ne dediklerini anlamasam da, müstehcen argo şeyler konuştuklarını tahmin edebildiğim) şakalaşıp güldükleri ,yüksek tavanlı bu yer gerçekten görülmeye , alışveriş yapmaya değer bence.




La Rambla 'dan aşağı doğru dümdüz yürüyünce, sizi Kolomb Anıtı'na ( Monument a Colom) götürüyor. Devamında Rambla del Mar ahşap köprüsünden geçip, Port Vell den bir tur atıp, sonra da beachlere doğru yol aldım. Bu arada yolumun üstündeki cafelerden birinden yerel içkileri Sangria aldım. Gayet keyifli ama bir o kadar da yorgun biçimde, elimde içeceğimle, güneşin batışını izleyeceğim diye, gittim bir şezlonga uzandım mis gibi.. Her şey çok güzeldi, ta ki görevli gelip benden 6 euro isteyinceye kadar :) Sangriam bittiği için ve güneş de battığı için, ben de kalktım akşam yemeği için bir yer bakınmaya başladım ve içki alana akşam yemeğinin bedava olduğu bir yer karşıma çıkınca burayı denedim. Özellikle içtiğim Sangria gündüz içtiğimden daha güzeldi.Sangria barların çoğunda farklı farklı hazırlansa da, şarap, meyve ve konyak karışımı soğuk hatta buzla içilen fresh bir içki.

Alma Mazlumun Ahını...
İlk gün için bu kadar gezme yeterdi. Hostelimin yolunu tutup, odaya erken dönüp dinlenmek istemiştim. Ancak oda arkadaşlarımdan biri, bir Amerikalı çocuk (ismini bile hatırlamıyorum, o kadar sinir olmuşum) çok yüksek sesle konuşuyordu ve Amerikalı olduğu için küfürlü ve argo kelimeleri bol bol ortalıkta sarfediyordu. Uyumak istediğimi söylediğimde, Türkler hakkında ileri geri konuşmaya başlayınca ben çok fazla muhatap olmamaya çalıştım ve odadan çıkıp biraz dolandım hostelin içinde. Internete falan girdim, başkalarıyla muhabbet ettim. Neyse; tekrar uyumak için geri döndüğümde, yine aynı Amerikan çocukla, bu sefer klima kavgasına tutuştuk. Benim yatağımın konumu itibarıyla , klima tam üstüme geliyordu donuyordum. Ben kapatmak/kısmak istedikçe o da inadına sonuna kadar açıyordu..Tartışmamız, resepsiyonda bitti ve o çocuğu başka bir odaya taşınması için ikna edebildik.:) 

20 den fazla, farklı hostelde, kız/erkek/gay tanımadığım bir sürü farklı insanla kalmıştım ama ilk defa böyle problem yaşadığım bir olay olmuştu..Çok ilginçti..Neyse..Ama en önemli ve komik konu ise, ertesi akşam üstü hostele döndüğümde, benimle uğraşan bu aksi Amerikan çocuğun, gündüz gündüz bir süpermarkette bıçakla tartaklandığını, dayak yediğini ve parasını kaptırdığını görünce içten içten gülmedim değil :) 
Resepsiyonun önünde, korku içinde yırtık t-shirt ü üzerinden karnını tutup, olayı anlatırken ben de Türkçe olarak dedim ki : "Eeee öyle etrafa küfretmeye benzemiyor.Benimle uğraşırsan böyle olur işte!" :)

Ancak bu olayı görmemin şöyle bir dezavantajı oldu ki, ben o gece dışarı eğlenmeye çıkmayı düşünürken, korktuğum için, kuzu kuzu oturmak zorunda kaldım hostelde..Çok şükür, 1-2 hafta önce Roma'da aynı odada kaldığımız Barcelona'da yaşayan arkadaşlarım çıtır kızlar; Laura ve Marinetis hostele kadar gelip beni aldılar La Rambla da çok güzel barlarda içip eğlendikten sonra beni hostele geri bıraktılar. Onlara teşekkür ederim ki, onlar olmasa o akşam, korkak ördek yavrusu olarak; hostelden burnumu çıkaramayacaktım :)



Gaudi Gaudi Gaudi

Barcelona'yı Barcelona yapan tabii ki Gaudi..Hatta bence Gaudi olmasa Katalanlar ne yapardı bilmiyorum :) turistik bir şehir olur muydu yine Barcelona? Pek de sanmıyorum...

Sokaklarda yürürken, Antoni Gaudi'nin tüm şehre serpilmiş eserlerini görebilirsiniz. Ben ağzım açık ,hayran biçimde saatlerce bakakaldım diyebilirim. Bir de geçen hafta Roma'da olduğumu , oranın mimarisi ve sanatından sonra, Barcelona'nın modernista mimarisine kendimi kaptırmam sadece birkaç dakikamı aldı :)




















Merkezde Palau de la Musica'nın gişesi, Eixample semtindeki görkemli apartmanlar, Casa Milla (Gaudi'nin başypıtı), La Pedrara çatıları mutlaka görülmesi gereken eserleri. Buraları gördükten sonra Gaudi'ye aşık oldum!

Şehir merkezine biraz uzak olan(otobüsle gitmiştim) Park Güell ,Gaudi 'nin artık "top" yaptığı bir alan..Saatlerce gezip yürüyüp, tekrar tekrar aynı yerlerden geçip, hatta "bir de şu açıdan bakayım" diyerek nokta değiştirdiğim , karşıdan baktığım yapılar..Böyle bir mimar hayatta olsa da keşke gidip bir ellerinden öpsem diye düşündüğüm yer Park Güell.



Gaudi ;bu muhteşem mimar, bir tramvayın altında kalarak 1926 da vefat etmiş.Sagra da Familia ise, Gaudi'nin ömrünün yetmediği, bitiremeden bu diyarlardan göçüp gittiği, ünlü kilisesi. Koyu bir Katalik olan Gaudi bu eserinde tüm mimarlık bilgisiyle, inancın gizemi ve karmaşık sembolleri bir araya getirmeyi planlıyormuş.Bu bazilikanın yapımına, hala devam ediyor, ancak Gaudi'nin tarzını anlamak ve ne şekilde devam edileceğini çözebilmek çok güç olduğu için, burada şantiye havasıdır gidiyor..:)





Gezmeye Devam



Barcelona'da yapılacak başka bir aktivite de, teleferikle Montjuic'e çıkmak. Port Vell' in biraz daha arka tarafındaki Torre de St. Sebastia'dan kalkan teleferik ile, yukarı çıkarken; muhteşem manzarasıyla kocaman limanı, feribotları (burada feribotlara kırlangıç diyorlar) ve World Trade Center'ı görebilirsiniz. Ben çok beğenmiş ve etkilenmiştim.Çünkü daha önce Barcelona'da yüksek bir yere çıkmadığım için, sokaklarda yürürken, resmin bütününü gözümün önüne getirememiştim. Teleferik yolculuğu, panaromik Barcelona manzarasının tadını çıkarmak için, kısacık da olsa güzel bir deneyimdi bence.





Bir pazar akşamı Plaça Sant Jaume' de bir grup insanın kendinden geçerek şarkılar eşliğinde dans ettiğini gördüğümde bunun farklı bir şey , farklı bir grup olduğunu biraz sezmiştim. Ama sonradan öğrendim ki, bu geleneksel Sardana Dansıymış. Sardana dansı kadın erkek her yaştan insanların dev halkalar halinde telli nefesli çalgılar ve davul eşliğinde, biraz da ruhani ve melankolik ezgilerle yapılan kutsal bir dans, hatta bir ritüelmiş aslında.Sadece Barcelona'da değil, Katalan kültüründe özellikle 20.yy da popüler hale gelmiş.

Hatta bu dansa dair bir heykel grubu da, Mont Juic bölgesinde bulunuyor.



En güzel geçirdiğim gecelerden biri de, Catalunya Meydan'da müzik yaparlarken tanıştığım raggae grubu Microguagua ile sohbet ettiğimiz sonrasında gece beni götürdükleri yerel raggae clublerden biriydi.
Onlar kendilerinin Akdeniz Ragae yaptıklarını söylüyorlardı. Özellikle grup üyelerinden Francesco ve Gaucho çok eğlenceli komik ve bir o kadar da candan ve samimi tiplerdi. Dediğim gibi ilginç bir akşamdı benim için. Ben yerel bir sokak sanatçısı zannediyordum bu grubu ama sonra google başına oturunca baya bir ünlü adamlar olduklarını öğrendim.

Sitges
Barselona'nın günübirlik geziler için ideal sahil kasabası Sitges, özellikle İspanyol halk için de ideal bir sayfiye yeri. Barselona merkezden trenle yaklaşık 1 saat yol gittikten sonra ulaşıyorsunuz buraya. Barcelona da şehir havası varken, burası hakikaten tam bir yazlık mekan. Daracık ara sokaklarda çok güzel cafeler var. Sıcaktan bunaldığınızda buradaki cafelerde oturup, buz gibi bir Sangria içip yanında minik tapaslardan atıştırabilirsiniz. Ya da harika dondurmacılardan dondurmanızı alıp, akşam üstü serinliğinde yürüyüş yapıp küçük butiklere göz gezdirebilirsiniz.

Ve tabii ki Sitges'in plajları çok popüler.. Ancak ben şöyle komik bir sahne yaşadım:) En popüler beach in hangisi olduğunu sorduğum, yoldan geçen bir yakışıklı "Ne aradığımı?" sordu..Yani "popüler" derken "çiftler için mi / aileler için mi/ gayler için mi/ çıplaklar için mi " diye sordu bana..Ben de birkaç saniye düşündükten sonra, kendisinden bana Türkiye'de göremeyeceğim plajların yerini tarif etmesini söyledim :)

Tüm sahil boyunca güneş tam tepede iken, bir yandan su içe içe, ulaşmak istediğim noktayı buldum en nihayetinde..Evet benim için çok ilginçti herkes çırılçıplak denize giriyordu!! Koy biçimindeki bu beach de en sağda, çıplak aileler çoluk çocuk güneşleniyorlardı.Orta kısımda genç çiftler yine anadan üryan güneşin tadını çıkarıyorlardı..En solda ise, eşcinsellerin çıplak güneşlenip denize girdikleri bölüm vardı..Ben güneş gözlüğümün arkasından etrafı keserken, hayata dair tuhaf şeyler sorgulamadım değil doğrusu..! :)



Yapmadan gelmeyin!
Barcelona'ya gidip Gaudi'ye hayran kalmadan, La Rambla'daki sokak sanatçılarına para atmadan, buz gibi Sangria içmeden, minik atıştırmalık Tapas yemeden, deniz ürünlü Paella yemeden, meydanlardaki güvercinleri beslemeden, Gay Club'lar dan birer tekila shot atmadan ve Sitges de çıplak denize girmeden gelmeyin! :)